Kafasını kitaptan kaldırdığında, vakit gece yarısına yaklaşmaktaydı. Sıkıntıyla iç geçirdi. Gözleri, hazırladığı sofraya kaydı. Bir büyük şamdan, üzerindeki renkli mumlarla masayı aydınlatıyordu. Şamdanın yaydığı loş aydınlıkta, hiç dokunulmamış süslü tabaklar ve içindeki et yemeği seçilebiliyordu. Masanın ortasındaki büyük kase salata, içindekiler büzüşmeye yüz tutsa da görkeminden bir şey kaybetmemişti. Kocasının çok sevdiği yoğurt mezelerini, kendi elleriyle yapmıştı. Büyük bir kadehin içine konmuş kırmızı şarap, hala onu beklemekteydi. Diğer şarap kadehi, Yelda’nın elindeydi. Birkaç defa doldurmuş olmalıydı, masanın ortasında duran şişede en çok bir kadehlik şarap kalmıştı. Bir sarhoşluk içinde değildi; ama üzerine uyuşukluk gelmişti. Artık okuduklarını anlayamıyordu. Kitabı yanındaki sehpaya bıraktı. İçine gömüldüğü koltukta, ayaklarını kalçalarının altına kıvırıp oturuşunu değiştirdi. Kadehi elinden bırakmadan içmeye devam etti.
Her geçen gün eve daha geç gelir olmuştu. Bu defa her zamankinden çok gecikmişti. Üstelik bugün evlilik yıldönümleriydi. Yelda, geçen seneyi nasıl romantik karşıladıklarını düşündü. Yine aynı evdelerdi. Yelda, bugün olduğu gibi güzel bir sofra hazırlamış; göğüslerini yarı açık bırakan kırmızı, uzun dar elbisesiyle Cihangir’i beklemişti. Cihangir, tam vaktinde elinde bir buket sarı papatyayla eve gelmişti. Karısının harika göründüğünü söyleyip onu kucağında fır fır döndürmüştü. Sonra, cebinden çıkardığı kırmızı kadife kutudaki ışıl ışıl parlayan iri taşlı elmas yüzüğü; karısının beyaz, uzun, kemikli parmaklarından birine geçirmişti. Yelda’nın hazırladığı şahane sofraya övgüler düzerek karısının dudaklarından aşkla öpmüştü. Bütün gece hem içip hem dans etmişlerdi. Gün ağarmaya yakın ateşli bir şekilde soyunarak yatağa atlamışlar, birbirlerini sevip okşamalara doyamamışlardı.
“365 gün nedir ki?” diye aklından geçirdi. “Tam olarak hangi ay, hangi gün değişmeye başladı bir şeyler?” Kendini zorladı. Geçen yılki evlilik yıldönümlerini milat kabul edip ileri sarmaya başladı. Ama düşünceleri onu hep daha geriye, olayın başına götürüyordu.
Babası, “İstanbul’ a taşınıp Cihangir’le evlenirsen bizi unut kızım,” demişti. Annesi, daha açık konuşmuş, “Yelda sen mütevazi bir aile kızısın. Annesini görmüyor musun kızım? Bize aşağılık, sefil yaratıklarmışız gibi bakıyor. Ayrıca seni de beğenmiyor, her fırsatta laf sokuyor,” diye onu uyarmıştı.
Yelda, ailesine karşı hep Cihangir’i savunmuştu.
“Cihangir, ailesinden farklı. O da anne, babasının ve şımarık kız kardeşinin davranışlarını tasvip etmiyor. Cihangir istese okumayabilirdi. Babasının hastanelerinden birinin başına geçerdi; o okuyor. Üniversiteyi bitirince idealist doktorlar olacağız. Ha Balıkesir’de doktorluk yapmışım ha Cihangir’in ailesinin hastanesinde. Ne fark eder? Hastane sahibi olmaları Cihangir’in suçu mu? Birlikte Balıkesir’de herhangi bir hastanede doktorluk yapsak Cihangir’de yine bir sorun görecek miydiniz!” diye çıkışıyordu.
Yelda’nın ondan beş yaş büyük ablası Leyla da anne babasına hak verdikçe Yelda, çok sevdiği ablasının nasıl olup da onlar gibi düşündüğüne hayret ediyordu.
“Ah zavallı ablacım,” diye kendi kendine söylendi. “Gözümü açmak için ne kadar da uğraştın; ama senin bu aptal aşık kardeşin seni hiç duymadı.”
“Cihangir, ele avuca sığmaz bir serseri dedin, çapkın dedin. Senin yanında bile başka kadınlara bakıyor, dedin. Duymadım, hatta için için senden nefret ettim. Beni kıskanıyor işte, dedim. Kendinden önce evlenmemi kaldıramıyor. Mutluluğuma engel olmaya çalışıyor. Ne kötü bir kardeşim ben!”
Yelda, zorlukla ayağa kalktı. Şişede kalan son şarabı da kadehine doldurup evin içinde dolaşmaya başladı. Salonu boydan boya camla kaplı lüks evinin salonu, şahane bir boğaz manzarasına bakıyordu. Elinde kadehle cama tüm bedeninin ağırlığıyla yaslandı. “Ne yüksek yarabbi,” diye düşündü. “Beni yaşamda tutan, bu cam parçasından başka bir şey değil.”
Bu sırada kapının kilidi döndü. Gelen Cihangir’di. Zil zurna sarhoş olduğu belliydi, yürümekte zorluk çekiyordu. Düşmemek için yemek masasının sandalyesini tuttuğunda bile masadaki yiyecekleri görmedi. Yelda’ya belli belirsiz kafa sallayıp odasına geçti. Kendini kıyafetleriyle yatağa bırakıp ayakları yere doğru sallanırken sızdı kaldı. Yelda, kocasının arkasından odaya girdi. Ayakkabılarını çıkardıktan sonra bacaklarını iki koluyla kavrayıp zorlukla yatağa çekti. Bu sırada dengesini yitirip kocasının üstüne düştü. Cihangir “Canım benim, aşkım,” diye mırıldanırken ağır içki kokusunun arasından keskin kadın parfümünü seçti. Gül, karanfil karışımı bir kokuydu bu. İçkiyle birleşince kokunun ağırlığı dayanılmaz oluyordu. Yelda’nın içi bulandı, kendini ebeveyn odasındaki banyoya zorlukla attı. Öğürürken ve içindekileri boşaltırken kokudan mı kocasının yaptığı iğrençlikten mi kustuğuna karar veremedi. Banyodan çıktığında, ne yapacağını biliyordu. Yatak odasının ışığını açtı, elbise dolabına yöneldi. Kocasının horultuları arasında valizine gerekli eşyaları doldurduktan sonra, ışığı kapatıp odadan çıktı. Vakit çok geçti, bir not bile bırakmadı. Şehrin karanlığına daldığında, ne yapacağıyla ilgili kafasında en ufak bir düşünce bile yoktu.
Cihangir, öğleye doğru şiddetli bir baş ağrısıyla uyandı. “Bu kadar da içilir mi be kardeşim,” diye kendi kendine söylendi. Ayağa kalkmaya çalıştı, başı dönünce tekrar yattı. Birkaç defa Yelda’ya seslendi. Ses gelmeyince, “Neredesin kızım be!” diyerek sürünürcesine banyoya gitti. Kendini zorlukla duşa attı. Biraz kendine gelmişti. Çıktığında yine Yelda’yı göremeyince bu defa merak etti. Her odaya tek tek baktı. Salonda, bir büyük şamdan üstünde bütün gece yanmaktan neredeyse bitmiş mumları ve özenle hazırlanmış romantik masayı görünce, “Hayvanın tekiyim ben,” diye mırıldandı. Karısını aradı, telefonu kapalıydı. Herhalde markete bir şeyler almaya gitti, diye düşünerek beklemeye karar verdi. Aradan yarım saatten fazla zaman geçmesine rağmen gelen giden yoktu. Yelda’nın ablasını aramaya karar verdi.
Leyla, “Yelda’yla en son dün gece konuştuk, evlilik yıldönümünüz için heyecanla bir şeyler hazırlıyordu,” deyince Cihangir dişlerini sıkıp kafasına vurdu. Uzun bir sessizliğin ardından Leyla, “Aptal herif, unuttun değil mi?” diye bağırınca Cihangir, bir şey söylemeden telefonu kapadı.
Yelda’nın tanıdığı uzak yakın herkesi aramasına rağmen bir sonuca ulaşamadı. Dışarı çıktı, gidebileceği yerlere baktı; hatta hastanelere bile gitti. Yelda’nın ailesi de kızlarının Balıkesir’e gelme ihtimaline karşı, şehrin altını üstüne getirdi. Yelda, buharlaşmıştı sanki. Cihangir, eve dönmeden önce polise kayıp ihbarı verdi.
***
Elif, Kemal’in “Yat artık!” ısrarlarına rağmen elindeki kitabı bırakmadı. Kemal sitemliydi. “Şu elindeki kitaplar kadar sevmiyorsun beni!”
Elif, eline ne zaman kitap alsa kocasının sanki onu başka bir erkekle aldatıyormuşçasına isyan etmesinden bunalmıştı. Yataktan çıkıp “Benim uykum yok, sen yat,” dedi. Kocasının “Git bakalım, sabaha kadar oku o zırvaları, ne varsa onlarda artık!” yakınmalarına kulaklarını tıkayarak kendini salondaki rayları, kumaşından fırlamış eski bir koltuğa attı. Sonra ansızın kalkarak dolaba yöneldi. Dolapta şarap aradığına şaşarak bardağına soğuk bir su doldurdu. Mutfaktaki her bir dolaba bakarak nihayet bir tane ağzı hafif kırık bir kadeh buldu. Su bardağındaki suyu, kadehine boşaltarak biraz önce kalktığı yere oturdu. Kitabı, yanındaki sehpada; kaldığı yeri şaşırmasın diye ortası açılmış, kapağı üste gelecek şekilde duruyordu. Okumak için yeltenmişti ki vazgeçti. Elinde su kadehi, düşüncelere daldı.
“Bambaşka bir hayatım olabilirdi şimdi. Dinlememişti ki anasını babasını. Hele ablası Sibel, onu bu evlilikten vazgeçirmek için ne diller dökmüştü! Ama o, “Aşığım, onsuz bir hayatta nefes alamam; parası pulu olmasın ne fark eder, genciz, bir yolunu buluruz,” demişti.
Bir an daldığı düşüncelerinden sıyrıldı. Oturduğu yerden evini gözleriyle taradı. İki göz oda, mutfak ve banyodan oluşan bu ev, dıştan da içten de üzerlerine yıkılacak gibi duruyordu. Kireçle boyadıkları duvarların altından sarı boyalı sıvalar dökülüyordu. Elif, her gün o sıvaları temizlemekten yılmıştı. Eşyalar, mobilyalar hep konu komşunun verdiği eski püskü şeylerdi. Bir yolunu bulamamışlar; hatta üstüne deli gibi borçlanmışlardı.
“Okuyordum ben, diye mırıldandı. Zeki ve başarılı bir kızdım; öğretmenlerim, hep överdi beni anama, babama. Zavallı babacığım, doktor olmak istiyorum, diye ne çok sevinirdi! Üniversite sınavına girmedim bile. Neden? Kemal istemedi. O okumayacaktı. Babasının terzilik mesleğini devralacaktı. Adam, zaten çok hastaydı. O okumazken benim okumam yakışık almazdı. Elif, okumakta direnirse yolları ayrılacaktı.“
“Ah ah!” diye inledi. “Keşke ayrılsaydı!”
Kitabı eline aldı, kocasının kulağına gelen horultularının eşliğinde, sonuna kadar okudu. Kitabı bitirmiş olmasına rağmen ortasından ayrılmış şekilde, sayfaları üstüne kapadı. Yatak odasına girecekken durdu, üzerine alelacele bir şeyler geçirerek çantasını kaptığı gibi dışarı fırladı.
Kemal’in karısını aramadığı yer kalmadı. Kayıp ihbarı vermesine rağmen üç gündür hiçbir ipucuna rastlanmamıştı. Elif’in ailesi perişan olmuştu. Hele ablası Sibel’in üstüne çullanıp “Bütün bunların sebebi sensin!” diye haykırışını, ölene kadar unutmayacaktı.
Yine çaresiz bir arayışın sonunda ayaklarını sürüye sürüye yorgun argın eve döndü. Karısının eve gelip ona sürpriz yapmasını düşledi. Kapıyı, içinden dualar ederek açtı. Boş ve karanlık evi, bu defa bir ölüm sessizliğine bürünmüştü sanki. Nefes almakta zorlandı. Kalbinde, gerçekten fiziksel bir acı hissediyordu. Işığı açtı, karısından çaresizce bir ses bekledi. Odasına seğirtirken Elif’in okuduğu kitap gözüne çarptı. Ters çevrilmiş kitabı alıp dudaklarına götürdü, kokladı. Kitabı kapatmak üzereyken birkaç satır gözüne çarptı.
“Yelda, bir not bile bırakmadan gecenin karanlığında kaybolmuştu.”
Geriye doğru hızlı hızlı kitabı okumaya çalışırken kalbi ağzında atıyordu sanki. “Kitabın sonu,” dedi kendi kendine. “Yelda neredeyse Elif de oradadır, belki.”
“Yelda, Asya tarafına geçmek için bir feribota atladı. Gecenin geç vaktiydi. Feribotta çok az kişi vardı. Hava serin olduğu için güvertede kendinden başka kimse yoktu. Bavuluna bakıp, ‘Onu neden aldım ki gideceğim yerde ona ihtiyacım olmayacak,’ diye düşündü. Kendini feribotun korkuluklarından denize bırakırken bir an bile tereddüt etmedi. Yalnızca atlarken onu kimsenin görmemiş olmasını diledi. Aynı hayatı, aynı şekilde yaşamak, bir kabusun içine doğmaktı yeniden. Oysa onun istediği bambaşka bir hayattı ve bu hayat, burada değildi. Serin sulara kendini teslim ettiğinde, düşlerindeki hayata yolculuğa çıktığını düşünüp gözlerini kapadı. Sulara gömülmeden önce dudaklarının tebessümle kıvrıldığını gördü.”
Kemal’in gözlerinden akan yaşlar, kitabın son sayfasını ıslatırken çalan telefonun sesiyle irkildi. Karısından bir haber geldiğini yüreğinden bildi. Telefondaki sesten, bir kadın bedeninin Kadıköy limanına vurduğunu ve teşhis etmesi gerektiğini duyduğunda, onun Elif olduğundan bir an bile şüphe etmedi.
Comments