top of page

KÖŞE MİNDERİ

Writer's picture: Elvan ErdemElvan Erdem

Updated: Jul 14, 2023

Pencerenin önüne dayadığım iki kişilik koltuğumda, ayaklarımı yumuşak kabak etlerime gömdüğüm anlar, hayatımın en huzurlu ve güzel anları sanırım. Koşuşturma içinde geçen bir hayatın, nadide bulunan dinlenme anlarını kovaladığım sanılmasın. Bilakis hayatımda hareket etmemi gerektirecek en ufak bir meşgalem yok. En hareketli saatlerim, yemek hazırlığıyla geçen saatler. Annemin günde üç defa odama girip dırıldanmaları olmasa hiç kalkmayacağım koltuğumdan. Sıradan bir mahalle arasına bakan müstakil evimizin ufak penceresi, beni oyalamaya yetiyor.

Bu pencerede neler yok ki? Her sabah ve akşamüstü çift kale maç yapan çığırtkan çocuklar, yeni başlayan inşaat gürültüsü, seyyar satıcılar, mahallemizin kapı önlerinde oturup dedikodu yapan geniş kalçalı, tombul gıdılı kadınları, kol kola girip mahalleyi defalarca turlayan, ellerini ağızlarına siper ederek fısır fısır konuşan genç kızları, peşlerinde mahallemizin kızlarına yanık, bıyıkları yeni terlemiş ergen delikanlıları… Annemin de zaman zaman gözüne çarpıyor bunlar. “O kadar bakıyorsun, bari bir işe yarasın da koca bul kendine. Birkaç sene sonra hepten başıma kalacaksın,” diyor. “Onlar bebe be anne,” diye cevap verince “Geçmiyor mu şöyle yaşına uygun biri,” diyor. Kadın, benden o kadar ümidini kesmiş ki hasbelkader birini bulsam bile çok mutlu olacak. “Yok anne,” diyorum, “Bana kimse bakmıyor.” O zaman çok kızıyor. “Bakmaz tabii. Betin benzin sapsarı. Bir şey yediğin de yok. Yanakların, ağzının içine gömülmüş. Kalk kızım biraz boyan süslen; öyle geç bari pencerenin önüne,” diyor.

Bu kadına kızdığım kadar acıyorum da. Ciddi ciddi kaygılanıyor benim için. Babama söyleniyor bazen, “Bey kız evde kaldı,” diye. Babam, “Rahat bırak kızı,” diyor. Beni düşündüğünden değil elbet; bir de benle uğraşmak zorunda kalmasın da. Onun keyfini bozan bir şey olmasın yeter. Mahallemizdeki bakkal dükkanını kapatınca iki adımda evde. Bana kalsa yorulacak bir şey yapmıyor. Bütün gün oturduğu yerden ekmek, yumurta sarıp duruyor. Ama ona sorsan her akşam başka bir yeri ağrıyor. Bir gün beli tutuluyor, bir gün bacağı kasıyor, bir gün sırtının orta yerinde inatçı bir ağrı… Yemekten sonra kahvesini höpürdetip haber bültenlerini izlesin kafi ona. Saat on olmadan da yatakta. Ben de ev işlerindeki zorunlu görevimi bitirir bitirmez odama kaçınca annem, yalnız başına dizilerinin dünyasına gömülüyor. Orada görüp öğrendiklerini bana öğretmeye çalışmasa her şey güllük gülistanlık, aslında. Ha bire konuşuyor ama. “Falanca dizideki falanca kız, saçını şöyle taramış; kızım sen de yap, çok yakışır sana. Uçuşan elbiseler moda şimdi, çıkar üstündeki yırtık pırtık kotları. Ben dikerim, hem dikmesi de çok kolay.” Bazen daha da ileri gidip birden odama dalıyor. Dizilerdeki hikayeleri gerçekmiş gibi anlatıyor da anlatıyor. “Ne fettan bilemezsin o Hülya. Bütün aileyi o yönetiyor. Kocasını, onun iş ortağıyla aldatıyor. Adamcağızın haberi yok. Oysa karısına, ailesine o kadar düşkün ve fedakar bir adam ki! Kadın bulmuş böyle iyi ve zengin adamı bir de Nevzat itiyle kırıştırıyor. O Nevzat var ya … Rezil pisliğin teki! Seyrederken sinir oluyorum valla!”

“Eee , ne izliyorsun o zaman? Bir saattir bu zırvalıklarla beni meşgul ediyorsun,” diye ona sitem ettiğimde, beni azarlıyor. “Çok meşgulsün çok. Ben, dizi izliyorum hiç olmazsa sen, bu boklu mahalleye bakmaya doyamadın gitti,” diyor. Söylene söylene çıkıyor.

Ertesi gün, hiçbir şey olmamış gibi aynı şey. Kadıncağızın başka bir eğlencesi, uğraşısı yok. Konu komşu gezmelerini sevmiyor. Bu yüzden pek geleni gideni de yok. Varsa yoksa dizileri… Ha bir de sözüm ona gerçek hayat hikayelerinin sergilendiği dramlar var. Bir sunucu çıkmış, olayları aydınlatıyor. Kaçırılan, kaybolan kızları buluyor; polisliğe soyunmuş, katilleri bile yakalıyor. Ona buna ahlak dersi veriyor. Stüdyodaki kadınlar, çığlık çığlığa bağrışıyor. Ayılanı bayılanı oluyor. Tuvalet için dışarı çıktığımda, alelacele işimi görüp odama kaçıyorum. “Anne, nasıl dayanıyorsun bunlara?” diye soruyorum, “Hepsi gerçek hayatta oluyor kızım bunların,” diyor. “Kumkuman kuşları gibi pencerenin önünde tüneyeceğine gel izle biraz. Haline şükret; neler oluyor hayatta!”

Bir keresinde kırmadım oturdum yanına. Aslında dediği gibi gerçek olabilir mi, diye merak ettim biraz da. On dakika zor dayandım. Öfkeyle ayağa fırladım.

“Anne be! Çoğu zırva, uydurma bunların.”

Dediğime pişman oluyorum. “Uydurma olsa o adam intihar eder miymiş; o çocuk, aylar sonra bir ahırda, elleri kolları bağlı bulunmuş haberim var mıymış…”

Konuştuğuma pişman oluyorum.


***


Oh, şimdi çayımı aldım yudumluyorum yine. Penceremin önü, benim dünyam. Bazen elimde kitap, birkaç sayfa dalıp sonra, yine sokağımı izliyorum. Mevsim olarak en güzel mevsim. Ne sıcak ne soğuk. Herkes sokaklarda. Kışın biraz sıkıcı oluyor. Sokaktan akşama kadar kaç kişi geçmiş diye üşenmeden sayıyorum.

Karşımdaki inşaat, gözümün önünde hızla yükseliyor. Daha iki ay oldu, iki kat çıktı bile. Allahtan evimiz tek katlı. Bunlara güvenip de yüksek katlarda ölsem kalamam. Bazen çekirdek çitleyen, bazen cak cak sakız çiğneyen kızlar, gülüşe gülüşe geçiyor yine. Arada yan gözle bana bakıyorlar. Sonra birden ağızlarından kahkaha püskürüyor. Biri, benim için çok komik bir şey söylüyor olmalı. Bu yaş gençleri, bu kadar gülünecek ne buluyorlar, diye sık sık soruyorum kendime.

Şalvarlı kalın bacaklarını rahatça açıp merdivenlere oturmuş kadınlar, evlerinde yaptıkları kekleri, börekleri ağızlarına tıkıştırırken bir yandan meraklı gözlerle kolaçan ediyorlar mahalleyi. Onlar kızlar gibi gülüşmüyor. O yaş kadınları, daha çok ağlaşır. Anneme diyorum, “Katıl şunların arasına, bak ne güzel sohbet ediyorlar. “Kaşlarını çatıp bakıyor bana, “Sen katıl şu şen şakrak genç kızların arasına, söz ben de gideceğim o dedikoducu karıların yanına.” “Sen televizyonundan kopamazsın,” diyorum. “Sen, kop pencerenden, gör bak nasıl gideceğim,” diyor.

İkimiz de biliyoruz bunun böyle olmayacağını, laf olsun diye konuşuyoruz işte.

Erkekler bu saatlerde yok. İşi olan işinde; olmayan, mahallenin kahvesinde. Kâğıt ya da okey oynuyorlar. Onların mahalle kadınlarından tek farkı, dedikodu yaparken kağıt oynamaları. Babam en azından çalışıyor diyorum, daha yaralı bir iş yapıyor. Bir yandan da evi geçindirmeye bile yetmeyen birkaç kuruş kazanması dışında, ne yararı var diye düşünmeden de edemiyorum. Hep veresiye çalışıyor, zavallı adam. Alacağının yarısını topluyorsa yarısını kaptırıyor. “Baba, peşin al paranı,” dediğimde, “Kızım, sen nerden bilecen, o zaman benden hiç alışveriş etmezler,” diyor.

Bir gün, “Baba, bakkaldan kazandığın para olmasa da geçiniriz. Kapat gitsin, alacaklarının peşinde koşma bu yaştan sonra. Kendini boş yere üzüyorsun,” demiştim. Gözlerime hüzünlü hüzünlü bakıp, “Senin evlenip gittiğin gün, kilidi vuracağım dükkana. Emekliliğim bize yeter,” diye cevap vermişti. Annemin içinde zaptedemediği heyecan dalgasıyla, “Allah’ım ne olur kızıma tez hayırlı kısmet!” diye yakarışını duyduktan sonra, babama, bir daha dükkanı kapat, demedim.


***


Bir haftadır, evimin penceresinde gördüğüm manzarada bir değişiklik var. Evimizin önünden geçen yolun karşısında, genç bir delikanlı dikiliyor. Daha önce hiç görmediğim biri. Önceleri hiç oralı olmadım. Dolmuş bekleyenlerden biridir herhalde, diye düşündüm. Önünden geçen dolmuşlara binmeyip en az iki saat öylece dikildiğini fark edince ona daha çok dikkat etmeye başladım. Uzun bacaklı, kısa gövdeli biri. Ama rüzgarda uçuşan biraz uzun, kumral saçları güzel. Yüzünü çok net seçemesem de hoş bir yüze baktığımın farkındayım. Etli dudaklarını buradan bile görebiliyorum.

İşim gücüm bu delikanlı şimdi. Genelde aynı saatlerde geliyor. Akşamüstü beş gibi. Akşama kadar orada dikilip dolmuşa atlayıp gidiyor. Çalışıyor herhalde, diyorum kendi kendime. İş çıkışı geliyor, akşam yemeği vakti gidiyor. İyi de niye iki saat orada öyle dikiliyor? Zaman zaman aynı kaldırım üstünde, elleri arkada, beline kenetli, kısa mesafe volta atıyor. Belki sevdalı bizim mahallenin gevşek kızlarından birine, diyorum. Ama hiçbir kızla konuşmuyor. Yol boyunca yürüyor, hiçbir mahalle kızına yan gözle bile bakmıyor. Öyle dimdik karşıya. Tam benim pencereye doğru. Yok artık, dedim kendime; hatta kahkahalarla güldüm. Olur mu hiç öyle şey? Benim yaşlarda olmalı. Canım neden bana baksın ki? Zaten minicik penceremde, kıvırcıklı saçlı başımdan başka ne görecek? Ama valla da billa da buraya bakıyor. Az önce gülümsedi mi o? Yok artık! Yemin ediyorum, hala gülüyor. Tanrım dişleri ne kadar beyaz! Dolgun bir ağız. Ne güzel öpüşülürdü şimdi onunla. Aman be! Tokat attım kendime. Utanmaz kız, kendine gel! Anan gibi o saçma dizileri de izlemiyorsun, ne oluyor sana? Bu sıralar polisiyeden, aşk romanlarına geçtim. Ne zaman geçtim peki? Bu delikanlıyı gördükten sonra. Ellerimle hesapladım, onu gördükten iki gün sonra başlamışım.


***


Dün gece gördüğüm rüyayı düşündükçe karnıma kramplar giriyor. O kadar gerçekti ki! Etli dudaklarının dudaklarımdaki hissi, bastırışı, vücudumun alev alev yanışı, kalbimin gümbürtüsü… Ve uyandığımda yaşadığım büyük hayal kırıklığı… “Ne olur gerçek olsun, gerçek olsun,” diye gözlerimi sımsıkı kapatmam da tekrar uykuya dalmak için kendimi zorlamam da fayda etmedi. Bir de üstelik annemin odama dalıp, “Hacer, saat kaç oldu haberin var mı senin? Kalk çabuk; ye bir şeyler, bugün temizlik var!” diye çığırmasıyla gerçek hayata uyandım. Uyandığım dünya, hiç bu kadar bunaltıcı gelmemişti bana. Akşamüstü saat beşi düşününce kalbim yine kanat takmış gibi oldu. Bu hissin verdiği heyecanla sıkılmadan büyük bir hevesle evi temizledim. Anneme dosdoğru iş bile bırakmadım. Annemin “Hayırdır inşallah” nidalarıyla için için eğlendim bile.

Saat beşten az önce, işlerimi bitirdim. Kahvemi elime alıp koltuğuma yerleşmiştim ki annem yanıma oturuverdi. “Hadi bana da kahve yap,” dedi. “Anne, kahvem soğuyacak,” diye diklendim. “Sen yap, seninkini ben içerim,” dedi. “Eee dizin başlayacak,” diye son bir kez çırpınsam da “Boş ver şimdi diziyi,” diyerek beni hepten şaşırttı.

Kahveyi yapıp geldim. Annem, oturduğu yerde gözlerini sokağa dikmişti. Bana bakmadan, “Seninki şimdi geldi,” dedi. Duyduklarıma inanamadım. Tam itiraz edecekken “Bırak şimdi, otur şuraya, anlat bana,” dedi. Yanına oturdum, o kadar şaşkındım ki! “Anne, ne anlatmamı istiyorsun?” diye sordum. Gözleriyle karşı kaldırımı işaret edip “Kaç gündür orada yalı kazığı gibi dikilen sıska oğlanı anlat,” diye cevap verdi. “Ben ne bileyim anne o oğlanı,” diyecek oldum; sert bir şekilde sözümü kesti. “Yeter Hacer! ikimiz de biliyoruz kızım. Başından beri biliyorum üstelik. İki saat boyunca bakışıyorsunuz. Bu böyle olmaz. Onun belli ki gelmeye cesareti yok. Zaten çocuk, aile evine nasıl gelsin? Çık sokağa, ona doğru yürü. Mutlaka peşinden gelecek. Ne istiyor öğren.” “Anne sen neler söylüyorsun?” diye karşı çıkınca “Dediğimi anladın işte. Ama dikkat et, niyeti eğlenmekse uzaklaş gitsin. Ciddi bir emeli varsa konuşun, oturun bir yerlerde. Kimmiş, ne iş yaparmış, buralı mıymış? Ailesi, soyu sopu, öğren işte.”

Odadan çıkarken arkasından, “Anne, sen dizi izleye izleye iyice kafayı yedin,” diyecek oldum, cevap bile vermedi. Sadece muzipçe gülümseyerek kapımı kapadı.


Annemle yaptığımız olağan dışı sohbetin şokunu üzerimden atınca yine karşımdaki oğlana odaklandım. Ona baktığım sürece annemle konuşmalarımızı düşündüm. Annem, haklı olabilirdi. Oğlan nasıl gelsin? Aile evi. Benden cesaret bulmadıkça bu, böyle sürer gider. Ta ki oğlan sıkılıp kaybolana kadar. Bunu düşününce içim daraldı. Onun olmaması fikri, öyle kötü geldi ki sanki ondan öncesi yok gibiydi. Ne kadar sıkıcıymış aslında, diye düşündüm. O yokken, ben, boş boş bu pis mahalleye bakarken… Çocukların bağırışlarını, inşaatın bitmek bilmeyen gürültüsünü dinlerken… Şimdi öyle mi ya? Ona bakarken hiçbir şey duymuyorum. Duysam da çocuk çığlıklarının kuş cıvıltısından farkı yok. Şımarık mahalle kızlarının gülüşmeleri bile içime sevinç veriyor. Geçen gün onlara gülümseyip selam verdim. Öyle şaşırdılar ki hep gülen kızlar gülmeyi birden kestiler.

İyi de nasıl gideceğim oraya? Ya bana bakmazsa? Yanına gidip konuşamam ya? Bunu düşünürken bile kalbim ağzımda atmaya başladı. “Yarın,” dedim, “Yarın mutlaka dışarı çıkacağım. En azından kendimi şöyle bir gösteririm.”


***


Bütün gün ne giysem diye düşünüp durdum. Elbise dolabını tamamen boşalttım. Annem merakla, “Nereye gideceksin?” diye sordu. Hazırlıklıydım. “Gülsüm’e” dedim. “Hangi Gülsüm?” diye şaşkınlıkla sordu. Daha yanıtımı beklemeden, “Ha tamam bildim; arka mahallede, beyaz badanalı, küçük bir evde oturuyorlar. Senin lise arkadaşındı.” “O işte,” dedim. “İyi de kaç yıl oldu, hiç görüşmedin ki kızım,” dedi. “Sen nereden bileceksin!” diye çemkirdim. “O gelmiyor; ama ben ona gittim,” dedim. “Aaaa ne zaman diye?” sordu hayretle. “Ay anne!” diye bağırınca “Tamam, tamam sormuyorum; güzel bir şeyler giy. Şu oğlan oradayken çık da konuşur belki seninle,” dedi. Dedim bu kadın benim içimi okuyor. Gözlerimi belertip “Anne lütfen beni yalnız bırak!” diye bağırdım. “Tamam; ama çiçek desenli beyaz elbiseni giy; sana en çok yakışan kıyafetin bu,” dedi. Askıdan alıp kucağıma attı, sonra da odamdan çıktı.

Elimde elbise öylece kaldım. Giyindim, gerçekten fena durmadı. Oturmaktan popomu fazla büyütmüştüm, en azından kapattı diye düşündüm. Kafamın tepesinde topuz yaptığım saçlarımı şöyle bir dağıttım. Saç kurutma makinesiyle biraz şekil verdim. Hafif bir makyaj bile yaptım. Aynadaki görüntümü beğendim. Kendime muzipçe göz kırpıp odamdan çıktım. Annem kapımın önünde dikiliyordu. Birden onu görünce korkuyla çığlık attım. Annem, “Çok güzel oldun, hadi hayırlısı kızım,” dedi. Sokak kapısından çıkarken yüzüme dikkatle baktı. “Yine ne var anne!” diye sordum. “Az makyaj yapmışsın, biraz daha boyanaydın,” dedi. Kapının yanındaki ayakkabılıktan hırsla çantamı çekip kapıdan çıktım. Arkamı döndüğümde, annem arkamdan dua ediyordu. Ağzının kıpırtısından anladım.

Annemden bir an önce kurtulmak için evden erkenden çıktım. Gideceğim bir Gülsüm yoktu. Oğlan gelene kadar geçirmem gereken iki saatim vardı. Mahalleden çıktım. Ana caddeye geldim. Cadde üstündeki mağazalara haddinden fazla baktıktan sonra, bir pastaneye oturup keşkül yedim. Pastaneye gelip gidenlerin sayısını unuttum. Tek keşkülle bu kadar zaman oturmanın doğru olmayacağını düşünüp üstüne de dondurma yedim. Dışarı çıkıp biraz daha başı boş dolaştıktan sonra, kalbim kulaklarımda atarken oğlanın beklediği yere kadar yürüdüm. Kimse yoktu. Saate baktım tam beşti. Bu defa biraz gecikti, diye düşündüm. Bir on dakika daha yakın mesafe dolaştım, hala gelen giden yoktu. Aradan bir yarım saat kadar geçmişti ki annemin benim oda penceremden sallanan elini gördüm. “Buraya gel,” diyordu. Çaresiz eve gittim. “Ah kızım ah!” dedi, “Daha önce çıkacaktın evden; sıkıldı tabii çocuk,” dedi.

Kendimi, terk edilmiş gibi hissettim. “Anne lütfen beni yalnız bırak,” diye söylendim. Annem, ağlamaklı odamdan çıktı.

Annemin deyişiyle “oğlan” günlerce gelmedi. Merak etmekten öte, hiç tanımadığım bu oğlan adına endişe duymaya başladım. “Ya başına bir şey geldiyse? Ah, çok geç kaldın! Zavallı oğlan, seni haftalarca bekledi; en sonunda ümidi kesti işte. Başına bir şey geldiyse de yine senin yüzünden. Ona yüz verip onunla gezip tozsaydın, belki de hayat başka türlü akacaktı.”

Günler boyu aşk acısı çektim. Dosdoğru uyku uyumadım. Kabuslar içinde uyandım. Yemeden içmeden kesildim. Benim yüzümden oğlanın başına iş geldi, diye dövünüp durdum. Zavallı annem perişan oldu. Yedirmeye çalıştı, kovdum; konuşmaya çalıştı, bağırıp çağırdım.

Yine bir akşamüstü yatağımda kıvranırken annem, heyecanla odama girdi. “Gelmiş, gelmiş!” diye bağırdı. Kendime gelmem zaman aldı. “Kızım, bön bön bakma; gelmiş diyorum sana. Git kendine hemen çeki düzen ver. Kaçırma bir daha. Yanından geç, o seninle konuşur.”

Yatağımdan ok gibi fırladım. Pencereden baktım, gerçekten oydu. Bu defa el sallıyordu, gülümsüyordu. Annem bile gördü. Heyecanla boynuma sarıldı, “Hadi kızım, hayırlısı inşallah!” dedi.

Çiçekli beyaz elbisemi çarçabuk üstüme geçirdim. Uzun saçlarımı aşağı doğru tarayıp ellerimle havalandırdım. Hafif bir makyaj yaptım. Annem, kapıdan beni dualarla uğurladı. Karşıdan karşıya geçtim. Diz kapaklarım, titremekten birbirine çarpıyordu neredeyse. Arkama dönüp baktığımda, benim oturduğum köşede, heyecan içinde beni izleyen annemi görünce neredeyse ağlayacaktım. Arkamdan dualar ettiğinden emindim. Oğlanın yanına gelmek üzereydim. O, beni henüz görmemişti. Biraz şaşırdım; evden çıktığımı fark etmeliydi, diye düşündüm. O kadar gün evime bak, beni küçücük penceremden gözetle, sonra da evden çıktığımı bile görme. Üzerinde durmadım, ona doğru yürümeye devam ettim. Kulaklarıma kadar cayır cayır yanıyordum. Eminim, şimdi yüzüm de kıpkırmızıydı. Bu halde onun karşısına nasıl çıkarım, diye düşünürken yanına kadar geldiğimi fark ettim. Aramızda bir metre bile yoktu. Hala görmemişti beni. Anneme baktığımda, kadın pencerenin arkasında ayakta dikiliyordu.

Bir adım daha yaklaştım. Hala beni görmüyordu. Kendimi salak gibi hissetmeye başlamıştım. Çevresinde döndüm. Heyecanla gülümsüyordu. Ben de gülümsedim. Karşıya doğru el sallamaya başladı. Bir an dengesini yitirir gibi oldu. Bana hafif çarptı, “Pardon,” dedi sadece. El sallarken karşıya bakmaya devam ediyordu. Ben de baktım. Yan komşunun kızı Yasemin, koşarak geldi. On altı on yedi yaşlarında olmalıydı. O gelirken biraz geri çekildim. Bana bakmadı bile. Sanki görünmez olmuştum. Oğlanın yanında durdu. Bir şeyler konuştular. Bu kızın bir abisi vardı. Abisinin arkadaşı olmalı, diye içimden geçirdim. Kız, bir yandan da evini kolaçan ediyordu. “Ben önden gidiyorum, sen beni takip et; bizimkiler görmesin,” dedi. Kız, uçuşarak ilerledi. Arkasından oğlan. Gözden yitene kadar arkalarından baktım. Tam köşeyi dönerlerken oğlan, kızın elini tutu.

Annem, bana bakıyordu. Duaları, dudaklarında donmuş gibiydi. El etti bana. “Gel,” diyordu. Karşıya geçtim. Annem kapıyı açtı. Gözleri nemliydi. Sustu, bir şey demedi. İçeri geçip odama girdim. Üstümü başımı değiştirip her zamanki yerime oturdum. Koltuğun karşı köşesinde bir köşe minderi vardı. Arkamı yokladım, burada da bir tane olmalı diye, yoktu. Ayaklarımı kalçalarımda toplayıp iyice yerime yerleştim. Şimdi olmuştu. Karşımdaki köşe minderinden bir farkım yoktu artık.



40 views0 comments

Recent Posts

See All

コメント


bottom of page